Sayfalar

IŞIL EĞRİKAVUK -GÜL

IŞIL EĞRİKAVUK – GÜL





IŞIL EĞRİKAVUK – GÜL



Bana verilen ödev dolayısıyla 12 Eylül – 8 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenlenen, 11. İstanbul Bienali’ni gezmek amacıyla Tophane’deki Eski Tütün deposuna gittim…
Tam olarak düzenlediği mekanı bulmak kolay olmadı.
Tramvay’dan indikten sonra on, on beş dakika boyunca, az biraz kaybolarak ve sora sora buldum Tütün Deposu’nu…



İki farklı binada, toplamda beş kat, özel olarak Bienal için ayrılmıştı.
Girdiğim sokaktan dolayı, bana daha yakın olan ve görevlilerin bulunduğu binaya yöneldim.
İçeri doğru, bilinçsiz Anadolu ferdi görünümümü takınıp, bir iki adım attım… Duvardaki panolardan, belki girişin bana maliyetini öğrenebilecek, bana ayrıca
ödev alternatifi olarak verilen Sikke Sergisi’nin giriş fiyatları ile kıyaslayıp, görevlilere bir şeyler sormadan, diğer alternatifime yönelebilecektim.
Zira daha önce sergiye gitmiş keyfini alabilmiştim ancak Bienal’in kelime anlamı dışında, Bienal konusunda bilgim yoktu.
Bu bakımdan Bienal’in hem itici hem çekici tarafları vardı: Sergi deneyimim ve Bienal merakım veya sergileri sevmem ve Bienal konusunda fikir sahibi olmamam durumun iyi ve kötü taraflarını özetliyor sanırım.
Kararsızlığımı, kolaycılıkla yenmeye çalışırım genelde. Bir seçim yapmam gerektiği anda, mekan ve zaman bakımından bana en kolay gelen seçim, benim için en hayırlı olanıdır diye paradigma teorisini de benimsemişimdir.
Seçeneklerin, içinde kaldığım duruma göre en pragmatiği şuydu: Girişi en ucuz olanı, en hayırlısıdır.
“Danışma” yazan yerde üç belki de dört tane birbirinden güzel olmasa da, birbiri kadar güzel genç hanım vardı.
Sadece İstanbul’daki insanlarda gördüğüm göz ucuyla, ancak son derece detaycı ve biraz da tedirgin bir tavırla ikisi bana bakıyordu.
İçlerinden biri, “Buyrun” dedi. Çoğu cümleye başladığım gibi başladım, “Şey…” dedim, “Giriş ücreti ne kadar?”
Birkaç fiyat saydı, ancak sonunda öğrenci ve öğretmensek, Bienali bedava gezebileceğimizi söyleyince, o fiyatlara karşı o kadar ilgisiz kaldım ki, şimdi ne kadar olduklarını anımsamıyorum.
“Öğrenciyim…” dedim, kimlik istedi…
Cebimdeki bir sürü kartın içinden, öğrenci kimlik kartımı çıkarmaya çalışırken, belediyenin, öğrenci ve öğretmenlere verdiği, indirimli seyahat kartımı görünce, “Akbil de yeterli aslında…” dedi görevli hanım.
Ben yine de, kartlarımla cebelleşip, öğrenci kimlik kartımı aralarından sıyırıp gösterdim.
Umursamaz bir tavırla, bir broşür verdi bana. Bienal’in yerleşim planını gösteriyordu broşür.
“Burada üç kat var.” dedi, “Yandaki binada da iki kat Bienal’e ayrılmış durumda, buyrun…” diye de ekledi, ben de teşekkür ettim sanırım…
Merdivene yönelince, dikkati hemen yerdeki, güle benzetilmeye çalışılan ve üzerinde farklı farklı (öyle sanıyorum, zira sadece bir tanesini açıp okudum) notların bulunduğu kağıt yaprakları çekiyor.
Merdivenlerden direk en üst kata çıktım, mekan ilgimi çekmişti çünkü…
Bienal için özel olarak mı düzenlemişler bilmiyorum, ancak mekanın düzeni gayet güzeldi. Bilhassa çatı katındaki ahşap kaplamaları ve dekor oldukça uyumluydu.
Bir an için, “Keşke böyle bir evim olsaydı…” diye iç bile geçirdim.
Sonra tekrar aşağıya indim ve ilk kattan yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladım.
İlk olarak, bir Rus sanatçının eserlerine denk geldim, ilgi çekiciydi.
Sanatçı, bugüne kadar yarattığı çoğu eseri ufaltmış, kibrit kutularına yerleştirmiş, yan yana bırakmıştı. Sanatçı, kibrit kutularına arkadan bakılınca, herhangi bir şey için toplanmış bir kalabalık görüntüsü vermişti.
Sessizce odanın içinde dolaşıyordum, daha sonra sanatçı ve sanatı konusunda
benden daha bilgili olduğu aşikar olan, genç bay görevliye yönelip, yapıtın kime ait olduğunu sordum. Sanatçının ismini söyledi, daha sonra, “Zaten girişte yazıyor” dedi…
Arkama baktığımda plastik bir levhaya sanatçının ve eserin isminin yazılmış
olduğunu gördüm.
Acaba, Bienal konusunda kesinlikle bilinmesi gereken bir şeyi mi bilmiyordum diye düşündüm.
Her sanatçı için ayrılmış bölümün girişinde, sanatçılar ve eserleri konusunda bilgilendirme amaçlı beyaz plastik levhalar vardı, ancak ben bunları görmemiştim. “Neyse…” diye geçiştirdim.
Bilindik Rus isimlerine benzer isimlerden biriydi, sanatçının ismi.
Hem sanatçının hem de eserin ismini unutmamak için, cep telefonumla plastik levhanın fotoğrafını çektim. Ama daha sonra telefonum arıza verince, hafızasındaki tüm bilgileri silmek zorunda kaldım.
Bienal’in sitesinden anımsadığım kadarıyla sanatçının ismini bulmaya çalıştım. Buldum da: Vyacheslav Akhunov
Henüz yeni gezmeye başlamama rağmen, benim aradığım yapıt bu diye düşünmeye başladım bile.
Görevli arkadaşa, peşpeşe sorular sordum. İlk başta, ilgili olmam hoşuna gitse de, bilmediği veya çalışmadığı yerlerden de sorular sorunca, dalga geçer bir gülümsemeyle “O kadarını bilmiyorum” dedi.
Haklı olabilirdi de aslında, o kadarı belki bana da lazım değildi.
“Komünist mi?” dedim, “Bilakis, Komünizm’i eleştiriyor” dedi, ben de “Komünizmi eleştirmek için, Komünist olmak yeterli bir sebep aslında” dedim, dalga geçen tebessüm, içten bir tebessüm oldu ve kafasını, fikri olmadığını veya fikir beyan etmek istemediğini belirtir şeklide yana doğru eğdi.
“Rusya Komünizm’le çok acı çekti…” diye devam ettim, daha da uzatacaktım ama adamın karşılık vermeye niyeti olmadığı için sustum.
Hatta “En tatlı bal bile bıktırır”, “En değerlimiz, biri en değersizleştirendir” diye özdeyişler bile geçirdim içimden.
Velhasıl, hazır başkasıyla bu eserin ve sanatçısının muhabbetini de ettim, bu sanatçının bu eseri, ödevimin konusu olmalı diye düşündüm.
Ancak, Vyacheslav Akhunov’un bu eseri hoşuma gitmiş olsa da birkaç sayfayla özetleyebileceğim veya dallandırıp, budaklandırabileceğim bir tarafı yoktu işin aslı.
Küçülttüğü eserlerini yan yana toplamış farklı bir görüntü oluşturmuş, bir sürü de Rusça not eklemişti. Benim için, içselleştirilmiş boyutları haricinde, mantıklı olarak değerlendirilebilecek tarafı buydu sadece.
Ödevde, üzerinde durmak için, bana daha yakın materyallere ihtiyacım vardı…
Biraz daha bakındım Vyacheslav Akhunov’un eserlerine, selam verip ayrılmak için, az önceki görevliye döndüm ancak Bienal’i gezen başka bir ziyaretçiyle konuştuklarını görünce, sessizce ayrıldım odadan.
Aynı katta, geniş ve karanlık bir salona girdim.
Projektörlerle, bu geniş salonun her bir duvarına ayrı ayrı yansıtılmış üç ya da dört film oynuyordu.
Filmlerin metrajı konusunda bir fikrim yoktu, çünkü filmin içinde yapılan şey hiç durmadan (neticesi olmaksızın) devam ediyordu. Konu kısa olsa da, film uzundu…
Salondaki filmlerden aklımda kalan ve devam eden fiil, bir adamın bir kaya parçası etrafında durmadan döndüğü veya geri sarma ya da montaj teknikleriyle döndürüldüğüydü, gülümseyip ilerlemeye devam ettim. Zira ben de bir zamanlar montaj yaparken, aynısını yapmaya çalışırdım.
Pek ilgimi çektiği söylenemeyen birkaç eser daha gördüm aynı katta. Rus Komünist veya Çarlık Rejimi’ne övgüler veya eleştiriler yağdıran eserlerdi bunlar…
Bir üst kata çıktım.
“İnsan neyle yaşar?” sorusuna en somut veya akla gelen ilk cevabı veren bir esere denk geldim bu katta: “Yemekle”
Sanatçı, mutfak malzemelerini boyamış, içlerine çeşitli İngilizce yazılar yazmış, bunların yanında yarım bırakılmış kek parçaları gibi yiyecekleri de kullanarak, eserini tamamlamaya çalışmış ve bence tamamlamıştı da.
Ancak bu da ilgimi çekmemişti, çünkü “yemek” teması farklı işlense de, yemek mantığı aynıydı. Yemek yenirdi…
Hemen yanlarında, çevrelenmiş, A4 kağıdı boyutunda, siyah mürekkeple beyaz bir kağıda çizilmiş grafiğe yöneldim.
Grafik daha çok örümcek ağını andırıyordu.
Bu eser ve sahibi de, yine üzerinde isimleri yazılan plastik levhayı fotoğrafladığım ve daha sonra bu fotoğrafları kaybettiğim Bienal parçalarından biriydi.
Siteye bakmama rağmen ismini anımsayıp bulamadım…
Daha detaylı bakmak için yakınlaştım.
Grafikte, İngilizce on iki ay isimleri yazıyordu, “January, February, March…” ama grafiğin başlığına o anda bakmadım.
Grafik her aya göre farklı şekil alıyordu. Daha çok parayla veya borsayla alakalı gibi, teknik ve karmaşık bir görünüme sahipti.
Başlığa bakmaksızın kafamı, Bienal’in en önemli unsurlarından saydığım plastik levhaya çevirdim, yazan şuydu: “Patates Fiyatları” Sanatçının ismi de ‘Bertolt Brecht’ (Bu bilgileri daha sonra Bienal sitesi yerine Google’a bakmayı akıl ederek buldum.)
Grafik beni gülümsetmişti, çünkü olaya çok daha fazla yorumlayıcı yaklaşmıştım.
Ekonomistlerin, biz sade vatandaşlar anlamayalım veya kafamız karışsın diye zırvaladıkları grafik örneklerinden biri sanmıştım. Ancak konu çok açıktı, patates fiyatları her zaman aynı kalamazdı ve grafik çok gösteriyordu ki, patates fiyatları, nisan ayında şaha kalkıyordu.
Bu Euro’nun, Dolar karşısındaki durumunu gösteren grafiklerden çok daha gerçekçiydi.
Yine Internet’ten sanatçı ve yapıtları hakkında belirleyici bir eleştiri buldum:
“Brecht için neyin belirleyici olduğunu bir çırpıda söylemek isteyen bir kişinin şu cümleyi kullanması akıllıca olacaktır: 'Onun konusu yoksulluktur.' ”
Walter Benjamin, “Brecht'i Anlamak”



Gülümsemem geçmeden ayrıldığımı söyleyemem…
Anladım ki, Bienal’leri veya sergileri gülümsemeden, ciddiyetle gezdiğimizde tadı çıkmıyor veya konuya vakıf olamıyoruz…
Aynı sanatçının Kapitalizm’e yönelik eleştirileriyle dolu ve bir koca duvarı kaplamış diğer eserini de geçtikten sonra, Bertolt Brech’in; ödevimin konusuna, Vyacheslav Akhunov’dan daha yakın bir aday olduğuna kanaat getirdim.
Bertolt Brech’e ayrılmış köşeyi geçtikten sonra, şimdi anımsamadığım bir esere yönelirken, yere yapıştırılmış veya çizilmiş bir diğer esere denk geldim.
Yanlış hatırlamıyorsam bir kadın silueti veya daha farklı bir duruşun üzerine yazılmış bir metin vardı.
Metinde orta yaşlarda bir hatun olduğunu ve iyi bir işi, aylık geliri olduğunu söyleyen bir kadın; anılarına, babası tarafından tecavüze uğradığıyla devam ediyordu. Gerisini anımsamıyorum…
Yere konmasındaki amaç bu olabilirdi, tecavüz, hele de baba tarafından tecavüz kötü bir şeydi… Ya da çok yaşandığından değersizdi… O da olmadı, zemini de değerlendirmek için Bienal organizatörleri tarafından düşünülmüştü. Ama konu etkileyiciydi.
Konu üzerine yazılmış bir sürü roman veya psikolojik kitap, makale okumuştum.
Bir kızın, “Babam bana tecavüz etti” demesi, ne demek? Bir erkeğin “Annem beni hiç emzirmedi” demesiyle aynı değildir eminim, ama bu vakaların sayıları aynı sanırım.
Her neyse…
Bu anının etkisiyle o kattaki diğer eserlere hiç bakmadım bile, sadece verilen dergilerden bir tanesini, görevlilere “Alabilir miyim?” diye sorduktan sonra, alarak, bir üst kata çıktım…
Başta bahsettiğim çatı katıydı.
Boştu, ama kaplama ve düzenleme hoşuma gitmişti bir kere... Hacmine göre az denilebilecek kadar eser vardı burada.
Geniş mekanını ortasında birkaç okul sırası ve yanlarında Bienal konusunda görüş veya öneride bulunmak için kullanabileceğimiz, İngilizce birkaç form ve benimle birlikte orada bulunan, muhtemel Avrupalı bir çift vardı…
Tam olarak aradığımı her üç katta da bulamamıştım ama, “Patates Fiyatları” eseri, zorlanmadan ödevimde tanıtabileceğim bir eserdi.
Merdivenlerden inip, çıkışa doğru, kırmızı ve göz alıcı kağıt yapraklarının üzerine basarak yürüdüm.
Kapıya geldiğimde, danışmadaki kızlar yerlerinde değillerdi...
Birini, çıkış kapısına yakın ve başka bir odaya açılan kapıda, su ısıtma makinesiyle uğraşırken gördüm.
Şu an maddelerin, –sanat eseri olsalar bile- insanlara nazaran daha çabuk unutulduğunu düşünüyorum. Çünkü bazı eserlerin, konularını, görüntülerini ve nerede bulundukları konusunda bazı noktaları yanlış bilgi verebiliyorsam veya verdiğim bilgiler konusunda şüpheci olsam da oradaki insanlar ve ne yaptıkları konusunda ne anımsıyorsam, gayet net anımsıyorum.
O kız, gerçekten su ısıtma makinesiyle uğraşıyordu ve gerçekten ordaydı, tam olarak dediğim yerde… Hatta kızların içinde en kilolu olanıydı… Çay almaya çalışıyordu…
Diğer binaya yöneldim.
Bu binanın iki katı Bienal için ayrılmıştı ve girişi daha dardı. Kapıda hemen merdivenler beliriyordu. Merdivenlerden üst kata çıktım. Merdivenlerin bittiği yerde yine geniş sayılabilecek bir salon vardı. Girdim.
LCD ekranlardan, nereye ait olduğunu tam olarak bilmediğim “Devrim” konulu ve Türkçe altyazılı bir şarkı klibi ve ona benzer görsel öğeler sergileniyordu.
Klipte, bir kadın, beşikteki çocuğunu sallıyor, “sen de olmazsan kim yapacak devrimi…” gibi sözlerden oluşan bir ninni okuyordu.
Bu noktada, bir üniversite öğrencisinin belki de “Transkrip” kelimesinden çok daha fazla karşılaştığı, “Devrim” kelimesinin paradoksu geçmişti kafamdan…
Devrim yapılır mı, devrim olur mu?
Bir şey yapılıyorsa, olur; ancak bir şey oluyorsa, yapmaya gerek yoktur…
Kendini, kendinden sonraki zamanın tabusu yapan devrimler, kendiliğinden oluşmuyorsa, illa ki bir insani kuvvete ihtiyaç güdüyorsa, bu sonsuz devinim nereden geliyordu?
Devrimlerin önüne geçilemiyorsa, neden devrimciler vardı?
Bu, sürekli devinim halindeki (Roller Coaster) suyun, döngü için bize ihtiyacı olması gibi… Üstelik bizim suya, sosyal veya siyasal devrimlerden daha çok ihtiyacımız var…
Bu paradoksun anlattığı kadarıyla, “Devrimci” varsa, “Sucu” da olmalıdır…
Birine devrim için ihtiyaç varsa, suyu buharlaştırıp, yoğunlaştırmak için de kendi gelişimini tamamlamış, bu ülkü için büyümüş ve bize yol gösterecek kimselere de ihtiyacımız var…
Sadece insanlık yaşamının değil tüm doğanın ortak noktada paylaştığı devrim (doğada evrim) beşikteki çocuğa ihtiyaç duyuyorsa, o olmadan olmuyorsa, ben neden varım?
Gibi gibi…
Konuyla pekala alakasız… Ancak “parasal sistemlere dayanarak yapılacak devrimlere verilen onca can yine sadece parayı yüceltir” kanaatimi, “gereksinim ve olaylara yakın durarak yapılacak hümanist düzenlemeler, devrimin olağan sürecini daha iyi benimsemektir” diye ayrıca güçlendiriyorum bu videoyu izlerken. Ve gerçekten bunların hepsi, o videoyu izlerken geçti aklımdan. Betimlemelerse yazıya döktüğüm zaman oluşturuldu elbette…
Yine de “devrim” kelimesiyle, iyi niyetli devrimcilerin,(?) iyi niyetli canlarını feda etmelerine hürmeten, dediklerimin, öneriden ibaret olduğunu söylemek isterim.
(Bernard Russell, “Sorgulayan Denemeler” adlı kitabındaki, “İyi İnsanların Neden Olduğu Kötülükler” denemesinde konuya genişçe değinir.)
Salonda ilerleyince, İranlı bir sanatçının, İran’daki İslam devrimiyle alakalı üç boyutlu olarak yeniden düzenlediği ve o zamanın gazete ilanlarından oluşan, etkileyici bir eserini dikkatlice inceledim.
O anda, internetten, bir arkadaşımın yazıştığı ve şu an İsveç’te yaşayan bir İranlı’nın dedikleri de gelmişti aklıma:
Arkadaşım: …ama şimdi iyi, İran dayanıyor ABD’ye, Necat çok iddialı, Musevi’yi de etkisiz hale getirdi…
İranlı: Bakma, Necat da, Musevi de aynı… İkisi de aslında, ABD’nin adamı. İran, şu an zaten ABD’nin elinde… İslam devriminden önce, İran çok güzel bir yerdi, devrimler sırasında, bizim gibi kaçanlar canlarını kurtarabildiler…
Yine neyse…
Kendimi, Bienal’e gizli bir görev için gönderilmiş, bir CIA ajanı gibi hissediyordum sanırım. İran ile ilgili bulgular çok önemliydi neticede… Öyle ki, içinde bir sürü (belki on belki daha fazla) cinayet haberinin geçtiği bir gazete sayfasına bakıp, soğuk kanlılıkla, sadece “hım…” dediğimi de anımsıyorum.
Ondan fazla insan öldürülünce, yıllar sonra, öğrencilik yaşını geçmiş, bir öğrenciden, sadece “hım…” lafını hak etmişlerdi.
İnsanın içinden hemen “Doğu hep böyle…” lafı geçiyor.
Bir Hakkarili olarak, İran için “hep böyle…” diyebilecek yüzsüzlüğüm varsa, gerçekten, kendi gerçeğimi, başkasının gerçeğiyle örtebilecek yüzsüzlüğe sahip bir Türkiye metropolü insanı olmuşumdur sanırım…
Yavaş yavaş, İranlı sanatçının eserini geçip, salonun sonunda yer alan ve yine adını anımsamadığım bir Türk fotoğrafçının arşivini sergilediği bölüme geldim.
Yakın geçmişe dair, insanın aklında kalabilen fotoğraflar olsalar da, aradığım daha farklı bir şey olmalıydı. Bu yüzden kişinin ve eserinin adını anımsamıyorum, ama eseri uzun süre incelediğimi söylemeliyim.
Aynı salona açılan bir kapıdan içeri girdim, küçük bir odaya girdim.
Odada, iki koltuk, ortalarında nostaljik bir sehpa ve sehpanın üstünde, çeşitli dergi ve gazeteler vardı.
Koltukların yanaştırıldığı duvarda da bir tablo vardı.
Güzel bir düzenlemeydi, sadelik, ancak bu kadar karmaşık olabilirdi…
Birkaç eseri de orda inceledim, ancak o an yeni taşınmış olmamdan mıdır bilmem, mekanları, sürekli olarak, yaşanılabilir veya yaşanamaz olarak değerlendiriyordum.
Odayı beğenmiştim, burada yaşayabilirdim veya evimde böyle bir odam olmasını isteyebilirdim belki ama, şu an yaşadığım oda bundan daha genişti…
Pencereden dışarı bakınca, “garip…” dedim kendi kendime… Civar taşraya benziyor, ancak en önemli sanatsal organizasyonların birine ev sahipliği yapacak kadar da tarihi bir görünüme sahip…
Hangi kıstaslarla seçilmişti acaba Tütün Deposu, kirasının az olması dolayısıyla mı?..
Bir üst kata çıkmak için merdivenlere yönelince, yine aynı klibe denk geldim, şu devrimle ilgili olanı… Tekrar izledim ve “sanırım bu beşikteki çocuğa ihtiyacımız var” dedim içimden…
O an benimle birlikte bir turist kadın da izliyordu klibi ve Avrupalıya benziyordu.
Kadının okuduğu ninni Güney Amerika dillerinden bir tanesiydi elbette ve az önce de bahsettiğim gibi Türkçe altyazılıydı.
Konuya, altyazı sebebiyle aşinaydım, peki ya bu yanımdaki kadın neye bakıyor, gördüğünden ne anlıyor, diye düşündüm…
Yabancı olmaması ihtimalini, bir başka arkadaşıyla, yine yabancı bir lisanda konuştukları anda kafamdan attım.
Portekizli veya İspanyol muydu acaba?...
Merdivenlerden yukarı çıkarken, diğer binanın çatı katında rastlaştığım ve Avrupalı sandığım çiftle karşılaştım yine. Bu iyi bir şeydi aslında, her ne kadar bir amacım, ödevim bulunsa da diğer insanlarla aynı hızla takip ediyordum Bienal’i…
Bir şey kaçırmamış olduğumu düşünerek merdiveni bitirip aynı kat planına hemen hemen uyan bir üst katın ikiye bölünmüş salonuna ulaştım.
Alt kata göre daha loş bir havası vardı, pencereler, bir estetiğe sahip ve dekoru tamamlayan tahtaların çakılmasıyla kapatılmıştı, ışıklandırmanın tonu da kırmızıya kaçıyordu…
İlk girdiğim anda, aşağıda, klibi beraber seyrettiğim ve Avrupalı olduğunu düşündüğüm kadına benzeyen, ama gözlüklü ve daha yaşlı ve yine Avrupalıya benzettiğim bir başka kadın, kırmızı kumaşla kaplanmış bir taburenin üstünde, bir LCD ekrana bakıyordu.
Ekranda, mavi kıyafetli ve güzel denilebilecek bir kadın, duvara dayandırılmış bir ahşap yapının altında oturmuş, Türkçe bir şeyler söylüyordu ve İngilizce altyazı mevcuttu…Yaşlı kadının, izlediğini anlayıp, anlamadığını hiç düşünmedim bile bu yüzden.
Geldiğimde video sonlardaydı, ekrandaki kadın şunları diyordu:
“Hem kendime güvenimi kazandım hem yaşadığım hayattan kaçtım hem de kendimizi idame ettirecek kadar para kazandık…”
Bu arada, daha sonra video içinde, hayat hikayesini anlatması için, o malum mavili kadınla röportaj gibi bir faaliyet gerçekleştiren bir kadının, hariçten sesini duydum, ama ne dediğini anlamadım. Hatta röportajı yapan kadına cevap verip, son sözünü söyleyen mavili kadının da ne dediğini anlamadım…
Salonun içine doğru yürüdüm ve diğer bölümüne geçtim.
Burada, az önce bahsettiğim, pencerelere çakılmış tahtalara baktım ilk olarak, acaba duvar kağıdı ile süslenmiş bir MDF parça mıydı? Yoksa, gerçekten, ustalıkla doğranmış ve cilalanmış tahtalar mıydılar?..
İnceledim…
Cila için bir şey diyemem, ama gerçekten de bahsettiğim gibi, estetik tahtalardı bunlar, kaplanmış MDF değillerdi…
Ek salonun içindeki eserlerle fazla ilgilenmedim, çünkü aradığım şeyi bulmuştum.
Aradığım şey, bu mavili kadının videosuydu.
Videoyu seyretmek için geri döndüğümde, az önce videoyu seyreden kadın ayrılmıştı.
Tabureye oturdum.
Bu sefer videonun hangi kısmına yetiştiğimi anımsamıyorum çünkü, başından itibaren izlerim düşüncesiyle, telefonumla çektiğim fotoğrafları kontrol ettim ve video tekrar başlayana kadar kontrole devam edip, konuyla alakasız olan, önceki fotoğraflara da baktım… (Daha sonra tüm fotoğraflar silindi.)
Video baştan başlamadan önce, plastik levhaları anımsadım. Bakıp öncelikli bir bilgi temin etmek istedim, ancak LCD ekranın sağındaki plastik levhada sadece şu yazıyordu: “Işıl Eğrikavuk – Gül” ve de yanılmıyorsam, eserin tarihi mevcuttu.
Levhadan umudu kestim, o kadar önemli değilmiş meğerse, hatta plastik olup olmadığı konusunda da şüphelerim var.
Video bulanık bir görüntüyle başladı, ardından ekran karardı ve levhadaki ismin aynısı yazarak başladı: “Gül”
Röportajı yapan ve ekranda görünmeyen kadın, mavili ve yabancılık duygusu taşıdığı gözlemlenen kadına yani Gül’e “Adın ne?” sorusunu sorarak, başladı… Gül: “Adımı söylemesem?..” diye, adını söylemek istemediğine dair, vurgulu bir soruyla cevap verdi.
Soruları soran kadın, üstelemeden, “O zaman seni nasıl çağıralım?” diye yeni bir soru sordu, Gül: “bilmem…” dedi, gerçekten de bilmiyor gibi duruyordu, “…Gül deyin.” dedi.
Soruları soran kadın için önemli olan konuya hemen girmek olduğundan, kayıtsız kabul etti, Gül’ün, “Gül deyin…” önerisini ve “Tamam” deyip, ekledi, “Gül hikayeni anlatır mısın?” Ekran yine karardı, sonra ekrana Gül geldi yine… “…sonra ben on dört yaşına geldiğimde…” diye başlamış sayıldı, çünkü bu “…sonra” kelimesinden öncesini anlattığı da açıktı, ama bizim takibatını yapmamızı istenilen bölüm, ”sonra”dan sonra başlıyordu…
On dört yaşına geldikten sonra, babası evleneceğini söylemiş Gül’e, yanılmamış da babası… Gül, on dört yaşında evlenmiş.
Kimle evlendirildiği konusunda -isim olarak- bilgi yok tabii olarak, ekran kararması var… Sonra ekran, tekrar Gül ile ışıyor…
Gül anlatmaya devam ediyor, kocasının diğer eşleri ve bu eşlerinden olan çocuklarıyla yaşamaya başladığını ve kocasından dayak yemeye başladığını anlatıyor…
Burada sahne geçişi, ekran kararmadan gerçekleşiyor ve Gül, kocasından dayak yeme sebebini de, çocuğunun olmamasıyla açıklıyor.
Yaşadığı yerde, çocuksuz kadının hiç değerinin olmadığını, çocuk yapmayı denediklerini, ama olmadığını vs. anlatıyor.
Burada ekranın kararması ve tekrar Gül’ün ekranda görünmesi, eserin en güzel yanlarından birine olan gebeliği neticelendiriyor.
Gül ekrana tekrar geldiğinde, aynı yerde ve aynı pozisyonda değil, hava kararmış, röportaj bitmiş ya da henüz başlamamış gibi görünüyor ve Gül, konu hakkındaki nesnel görüşlerini dile getiriyor… Ya da ben öyle sanıyorum…
Bu sefer, tel örgülerin dayandığı metal levhaların önünde oturmuş, elinde sigarası ve kameranın çekim açısı değişmiş şeklide geliyor ekrana Gül…
Bu noktada, benim defalarca izlememe rağmen, anlayamadığım bir diyalog geçiyor aslında. Bu diyalogda geçenleri anlamış olsaydım, aslında Gül isimli eserin büyüsü kaçacaktı sanıyorum.
(Bu satırları yazdığım anda, bir yandan da videoyu internetten detaylı olarak izliyorum ve mail yoluyla haberleştiğim, eserin sahibi, Işıl Eğrikavuk’a, daha önceden eserle ve kendisiyle ilgili sorduğum sorular için bir düzeltme maili gönderiyorum. Bunu neden yaptığımı açıklayacağım.)
Burayı geçiyorum…
Gül anlatmaya devam ediyor, hikayesinin can alıcı, ya da can alıcı olması gerektiğini düşündüğümüz yerlerinde, yine ekran kararıyor ve o gece çekiminden görüntüler geliyor ekrana…
Başka bir kızdan bahsediyor, röportajda bahsi geçen konuya yakın bir konudan muzdarip ve intihar etmiş bir kızdan ya da intihar ettigi sanılan, yine kendi köyünde yaşamış bir kızdan…
Ekran kararıyor ve Gül, röportajın yapıldığı andaki çekim kareleriyle konuşmaya ve hikayesini anlatmaya devam ediyor…
Altı küsur dakika süren videonun, üçüncü dakikasının ortalarında, bir kadından bahsediyor, kendi köylerinden olmayan yabancı bir kadından.
Bu kadın, Gül’ün derdini biliyormuş ve derdine çare olmak için, onu çeşmeye davet etmiş.
Bu mistik kadın, sadece Gül’ün derdine derman olmak için değil, onun gibi başka kadınların derdine derman olmak için, başka kadınları da davet etmiş çeşme başına…
Gül’den başka üç kız daha varmış orada…
Gül, orda bulunan kızların hiçbirine, hiçbir soru da soramamış, dolayısıyla onlar da Gül’e…
Sessiz bekleyiş; içinde, dertlerine derman olmasını bekledikleri o kadının da bulunduğu bir otobüsün yaklaşmasıyla son bulmuş…
Olayı anlatmaya devam ettiği bu anda, ekran kararıyor yine ve Gül (ya da Gül dediğim kişi) gece çekimiyle, röportaj harici objektif beyanatlarda bulunmaya devam ediyor, gayet rahat bir tavırla…
Eserin, bence en can alıcı noktası da buradaki mavili kadının söyledikleri…
“Ya ben de, şey diyorum… Yani, hani… her şey düzeliyor, her şey iyiye gidiyor, falan diye düşünüyorsun, ama benim bahsettiğim şey… eee… Aliağa’ya yirmi dakika uzaklıkta bir köy yani… Eee… Hani… şey dersin …ha bunların, doğuda… işte töreleri var, bilmem neleri var… hep öyle lanse ediliyor… Şeylerde… Gazetelerde… Töreniz batsın, şuyunuz batsın, buyunuz batsın… Sanki… hani… sadece orda oluyormuş, sanki… Türkiye’nin… sanki sadece doğusu, şeymiş gibi… Eee… Hani… kötüymüş gibi… (Burada soruları soran ve ekranda hiç görünmeyen kadın da, kelimeleri seçmesi için Gül’e eşlik ediyor.) Ama benim bahsettiğim şey… işte… Ege’nin Aliağa… İzmir’e bir buçuk saat uzaklıktaki bir köyünden bahsediyorum yani…”
Konuşma içindeki, “lanse” kelimesi, Gül karakterinin, aslında bu mavili kadın tarafından canlandırıldığına dair ipucu veriyor aslında… Ben bu noktayı kaçırmıştım, çünkü benim için, önemli olan nokta, insanlara, “töre, namus…” gibi kavramların, kadınların olduğu her yerde olduğunu, sadece benim yaşadığım veya doğduğum coğrafyaya ait olmadığı anlatmak olduğundan, bunu, kimse ona anlatmamışken, tecrübeleriyle bunun farkında olan bir kadının, bu gerçeğe samimi olarak değinmesiydi…
Coğrafya bakımından, yanlış bilinen veya “oraya has” ya da “orda olmaz” diye sanılan olayların, eleştirisi Işıl Eğrikavuk’un, internetten izlediğim diğer yapıtında da mevcut…
(Infamous Library: http://www.youtube.com/watch?v=cZ0xFRM4N1o&feature=related )
Gül’ün hikayesi, o gece, kendisi gibi yaşadıkları hayattan kaçmış ve derman vadeden kadına tutunmuş bir sürü kızla, aynı otobüse binip, bu kalabalık kadın grubunun, yaşadıkları hayattan kaçıp bir sirk kurmuş olduklarını öğrenmesi ve kendisinin de o sirkte çalıştığını söylemesiyle sona eriyor.
“Kimisi müzisyen, kimisi palyaço…” diye devam ediyor Gül, kimsenin tanımaması için hepsi maske takıyormuş.
Bu anda, ilk denk geldiğim diyalog sürdürüyor eserin akışını. Şunları diyor Gül:
“Hem kendime güvenimi kazandım hem yaşadığım hayattan kaçtım hem de kendimizi idame ettirecek kadar para kazandık”
Soruları soran kadın, son olarak şunu soruyor Gül’e:
“Sen ne yapıyordun sirkte?”
Gül, ne dediğini anlamadığım bir şey dedi o anda. (Videonun sonuna denk geldiğim ilk anda da Gül’ün ne dediğini anlamamıştım.) Gül’ün yüzünde, çok güzel bir gülümseme belirince, ben kızın dediklerini atlayıp, gülüşe odaklandım ve videoyu, Bienal’de tekrar seyrettim.
Şunu demiş Gül:
“Ben palyaçoydum…”
Hikaye güzeldi. Bienal’den ayrıldıktan sonra da uzun uzun konuyu düşünmüştüm.
“Gerçek miydi acaba?.. Değilse bile bu konu üzerine bir film yapılabilir miydi?..”
Eserin gerçekliğini veya kurgulu olması konusunu, ödevi hazırlamaya başlayıncaya kadar pek düşünmedim açıkçası…
Hikayenin gerçek olduğu ve ekrandaki kadının da doğaçlama yaparak hikayesini anlatan “Bana Gül deyin” diyen kişi olduğuna inanmıştım bir yerde ya da öyle olmasını istiyorum.
Videoyu detaylı izleyince böyle olmadığını anladım. Yukarıda, parantez içinde neden Işıl Eğrikavuk’a düzelteme mail gönderdiğime ve “Gül” eserinin anlatmadığım bölümüne dair açıklamayı da burada yapmak istiyorum.
Internet’ten, diyalogları aynen yazmak için, videoyu duraksatıp tekrar oynattığım ve dikkatli dinlediğim zaman, ekrandaki, benim Gül sandığım mavili kadın şunları soruyor, “ Şimdi bu kadın… kameraya şey yaparken… konuşurken, böyle… yüzü başı açık… bilmem ne… neden ismini vermiyor?” diye soruyor röportajı yapan diğer kadına ve o röportajı yaptığını sandığım kadın da Işıl Eğrikavuk sanırım…
Işıl Hanım da, soruyu anlamaya çalışıp, “Nasıl yani?... hangi ismi?...” dedikten sonra, soruyu anlamış olanların ünlemi yani, “Ha!” ile devam ediyor… “Kendi ismini mi? Onu ben şöyle düşünmüştüm… ilk başta yazarken, kadın… işte… eğer… eee… halen, daha akrabaları varsa… onu eğer bu videodan… yani… ne bileyim… birisi görür de izlerse… adını vermeyeyim, diye ya da… biri duyarsa diye…” Arada, “Gül” karakterini canlandıran kişi de, sorusuna, cevabını layıkıyla aldığını belirtir, birkaç yardımcı kelimeyle Işıl Hanım’a eşlik ediyor… ve sonunda “Tamam…” diyor.
Videonun bu bölümünü, ödevi hazırlarken can kulağıyla dinlemiştim. Öncesinde Gül’ü canlandıran kişinin dediklerini yanlış ya da eksik anlamış, “Gül” karakterini gerçek sanmıştım.
Oysa durumun özeti, Işıl hanımla birlikte, Gül karakterini canlandıran kişinin, videoyu çekmeye başlamadan önce, videonun kahramanı hakkında, Işıl Hanım’a sorduğu soruları izliyor olmamızdı. Bunu rolünü daha iyi oynamak için yapıyor olabilirdi.
Bu hatamı, ödevi hazırlarken fark ettim, ödevi baştan almaktansa, bir parantez açıp, yanlış anladığım noktayı belirtip, ödevi baştan almaktan daha zor bir işe giriştim sanırım, ama umuyorum derdimi anlatabilmişimdir.
Zaten, videoda önemli bulduğum diyalogları, aynen konuşulduğu gibi kağıda dökmeye çabaladığımdan, ortaya daha da karmaşık bir şeyler çıktığının da farkındayım, ancak videoyu izledikten sonra veya izlerken; ödevimi okursanız, ne demek istediğimi daha net anlayacağınız düşüncesindeyim…
Şu noktayı da belirtmeliyim, “Gül” karakterini oynayan kişinin, video çekimlerine başlamadan önce, Işıl Hanım’la yaptığı konuşmalarda geçen ve intihar eden bir kızdan bahsettiği -benim çokça alakadar olduğum- durumun gerçek olduğunu, oyuncu kadının; durumun, doğu ya da batı ayrımı olmaksızın var olduğuna dair değerlendirmelerinin gerçek olduğunu belirtmek isterim, çünkü burada ismini bilmediğim oyuncu, kendi hayatından bahsediyor…
Oyunculuğunu takdir etmek gerekir ki, “Gül” karakterini canlandıran kişi, kendini ve biz seyircileri gerçekten role iyi kaptırıyor.
Aynı zamanda, Işıl Eğrikavuk da video parçalarının birleştirilmesi, hikayenin özünü oluşturan bilgileri düzenlemekte ustaca davranıyor.
İşin garip tarafı, eserin, “mola” olarak da isimlendirilebilecek bölümünde, hem Işıl Eğrikavuk hem de oyuncu kadın, bu eserin bir bölümünün veya tamamının bir kurgunun, bir hayalin parçası olduğuna, üzerine basa basa değinmelerine rağmen, ben gerçek olabileceği yönünde diretmeye devam etmişim.
Eminim, video içinde, böyle açık kanıt niteliğinde kareler olmasaydı, videonun bir senaryo eseri olduğuna dair kanaatimi, videoyu ilk izlediğim anda ortaya atacaktım bile…
Bu yanlış anlamada, Bienal içinde daha önce denk geldiğim; babası tarafından tecavüze uğramış kadının anıları ve “Oralar hep öyle…” diye düşünmeye cesaret ettiğim; içinde, onlarca cinayet haberinin bulunduğu, İranlı sanatçının eserlerinin etkilerinin bulunduğu düşüncesindeyim.
Çaresiz kadınlara yardım eden; babaları ya da başkaları tarafından istismara maruz kalmamalarına engel olan bir kadının bulunması güzel bir şeydi, kurtarılan o kadının da, yaşadıklarını herhangi bir coğrafyaya odaklamaması da güzeldi…
Yaşadıklarını, bir coğrafya ile sınırlandırmayan kadın profili gerçekti, ancak anladığım kadarıyla, “Gül” gibi gerçek kadınlara yardım eden, onlara para kazanmalarını sağlayacak olan kadın ise hayaldi.
“Beyaz otobüslü prenses” hayaldi…
Ödevi hazırlamadan önce, Işıl Eğrikavuk’la, Internet üzerinden iletişime geçmiş, eser hakkında daha detaylı veya ödevimi hazırlamamda bana yardımcı olacak bilgiler istemiştim…
Bana cevap olarak, yardım etmek istediğini ve ne tür bilgiler istediğim sormuştu, daha sonra yüz yüze görüşebileceğimizi söyledi.
Verdiği bir üniversite kampüsü adresinde, buluşma şerefine de nail olabilirdim; eğer ödevi vermem gereken gün müsait olmasaydı…
Sormak istediklerimi, mail yoluyla da sorabileceğimi söyledi. Bunun üzerine sekiz sorudan oluşan bir mail gönderdim ancak, cevabı gelmedi… Daha sonra bahsini ettiğim düzeltme maillerinden de iki tane gönderdim, ancak bunlara da cevap alamadım.
Yine de ilgi ve alakası için kendisine teşekkür ederim.

Uzun bir yazı denemesi olunca, imla ve noktalama yanlışları da kaçınılmaz oluyor, affola…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum filan...